Korku, varlığından emin olunan tehdit edici dış uyarana karşı bireyin gösterdiği fizyolojik ve duygusal yanıtlar olarak nitelendirilebilir. Anksiyete (Kaygı-Bunaltı) ise bedensel ve ruhsal göstergeleri korkuyla eş nitelikte değerlendirilebilmektedir. Ancak korku ve kaygı kavramlarını birbirinden ayıran nokta, kaygı duygusunun ortaya çıkmasına neden olabilecek etkenlerin tam olarak kişi tarafından bilinmemesi, anlamlandırılamaması ya da kişinin bilinç düzeyinde tanımlayamamasıdır (American Psychiatric Association, 2000).
Kişi sebebini bilmediği bir biçimde çevresinden ya da kendisinden kaynaklı oluşabilecek tehdit beklentisi ile kaygı yaşamaktadırlar. Kişinin yaşamının sağlıklı bir biçimde devam edebilmesi için tehlikelere karşı önlem niteliğindeki esas duygulanımlardan biri olan kaygı karşılaşılan durumlarla bağlantısız ve orantısız olduğu durumlarda patolojik bir niteliği bürünmektedir (Türkçapar, 2004).
Patolojik bir nitelikte olan kaygı durumları APA tarafından Anksiyete Bozuklukları olarak kategorize edilmiştir. Yazıda, anksiyete bozuklukları arasında değinilecek nokta Özgül Fobilerdir. Özgül fobi, bireylerin belirli durumları ya da nesneleri “tehlike” olarak algılaması ve bu durum ya da nesnelerle maruz kaldıkları anlarda başa çıkmakta zorlandıkları kaygı yaşaması olarak nitelendirilebilir (APA,2013).
Yaşanılan kaygının “fobi” olarak nitelendirilmesi kaygı yaratan nesneden kaçınmaya yönelik tutum ve davranışlardır. Fobik kişi maruz kaldığında kendisinde yarattığı kaygıya katlanamayacağına yönelik düşünceleri sebebiyle kaygı yaratan nesneden uzaklaşır, yaşantısı için maruz kalmamak için gerekli değişiklikler yapar.
Halk arasında en sık karşılaşılan özgül fobiler arasında örümcek fobisi, hamam böceği fobisi, yükseklik fobisi karanlık fobisi ve kapalı alan fobisi sayılabilir. Ve özgül fobilerin yaşam boyu prevelansı %11 olarak bulgulanmıştır. Ayrıca özgül fobiler, majör depresif bozukluk ve alkol bağımlılığı sonrasında en sık karşılaşılan psikolojik bozukluklardır (Curtis ve ark., 1998). Yapılan araştırmalarda özgül fobilere kadınlarda erkeklere oranla 2 kat daha sık karşılaşıldığı görülmüştür. Bireylerde oldukça sık karşılaşılan bir bozukluk olmasına karşın bireylerin yaşamlarını fobilerine göre düzenlemelerinden kaynaklı terapiye başvurma oranları oldukça düşüktür (Ertan,2008).
Özgül fobilerin oluşmasının temellerinin erken çocukluk yaşantılarında oluşmasından kaynaklı fobi yaratan nesne ile ilk karşılaşma hafızada yer almaz bu sebeple fobik bireyler fobi başlangıcını hatırlayamazlar ya da fobilerinin öykülerini anlatamazlar (Demirci, Sağaltıcı ve Yıldırım, 2016).
Birey tehdit olarak algıladığı nesne ya da duruma maruz kaldığı anda yaşadığı kaygı sebebiyle bazı bedensel belirtiler göstermektedir. Soğuk terleme, kızarma, kalp çarpıntısı, nefes alamama, bulantı ya da kusma bu belirtiler arasında sayılabilmektedir (Uzbay, 2002).
Daha detaylı bilgi almak için atıfta bulunduğumuz bilimsel yayınlardan yararlanabilirsiniz:
KAYNAKÇA:
American Psychiatric Association. (2000) Diagnostic and statistical manual of mental disorders (4th ed., text rev.). Washington, DC: Author.
Curtis, GC, Magee, WJ, Eaton, WW, Wittchen, H-U & Kessler, RC (1998) Specific fears and phobias. Epidemiology and classification. The British Journal of Psychiatry 173: 212- 217.
Demirci O., Sağaltıcı E., Yıldırım A., (2016) Özgül Fobinin Göz Hareketleriyle Duyarsızlaştırılma ve Yeniden İşleme Yöntemi ile Tedavisi: Bir Olgu Sunumu, Klinik Psikiyatri 2015;18:124-129.
Ertan T. (2008) Psikiyatrik Bozuklukların Epidemiyolojisi, İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Tıbbi Sempozyum S:25-30.
Türkçapar H., (2004) Anksiyete bozukluğu ve depresyonun tanısal ilişkileri. Klinik Psikiyatri 2004; Ek 4:12–16
Uzbay İT.(2002) Anksiyetenin Nörobiyolojisi, Klinik Psikiyatri, Ek 1, S:5-13.
Sunulan alan, hedef kitlenizin daha fazla bilgi edinmeyi ve içerik okumayı istemesini sağlamak için söyleyecekleriniz konusunda ilgilerini çekmek üzere kullanabileceğiniz bir içerik önizleme alanıdır. Sayfada görünecek en ilginç ayrıntıyı seçin ve buraya yazın.
Kaygı anında bireyin tehlike olduğuna yönelik inancı ile terleme, hızlı nefes alma, nabız artışı, uyuşma-karıncalanma, donakalma, titreme gibi belirtiler ortaya çıkar. Bu belirtileri hisseden ve kaygıya ya da bedensel belirtilerine karşı tolerasyonu düşük olan bireylerin değişimin ürkütücü etkisi ile kaygı seviyelerinde artış gözlemlerler. Kaygı sebebiyle ortaya çıkan bu belirtiler kaygıyı sürdürücü bir faktör haline gelir böylelikle kişi kendisini kaygı döngüsünün içerisinde bulur.
Belirtiler ile baş edemeyeceğini düşünen kişi, belirtilerin artarak devam etmesinden korkmaktadır. Bu belirtilerin en şiddetli görüldüğü an kişinin zihninden “ çıldıracağım, kontrolü kaybedeceğim” düşüncesi geçmektedir. Ancak fizyolojik olarak durum bundan farklıdır. Bedendeki hiçbir hormonal aktivite veya fiziksel hissiyat artarak ilerlemez; azalarak ilerler. Aslen, azalarak ilerlemeden kasıt duyarsızlaşmanın getirdiği etki ile hissiyatın azalmasıdır. Bedenin bu belirtilere ve salınan hormonlara karşı toleransının gelişmesi için ortalama 20 dakikalık bir süreye ihtiyacı vardır. Bedenin bu değişimlere toleransının gelişmesiyle, belirtilere karşı duyarlılık azalır. Böylelikle artık daha tahammül edilebilir seviyelerde belirtiler gözleyen kişi kontrolünü elinde tutabileceğine ve çıldırmayacağına yönelik inançlar geliştirir.
Yaşanılan kaygıya daha fazla katlanamayacağını düşünen zihin kendisini koruma altına alabilmek için o nesne ya da durumdan her uzaklaştığında “baş edilememiş bir deneyim” olarak hafıza kayıt edilir. Yaşanılan bu deneyim ise sonraki deneyimler için referans olur ve kişi yüzleşmekten kaçınır. Her yüzleşmek kaçınıldığında hayal edilen o kaygı gittikçe büyür ve katlanılamaz hallerde inşa edilir. Korkulan nesneyi görmek, duymak veya hayal etmek; o anda akıldan geçen “korkacağım, yapamam,” fikri veya oluşan “korkuyorum” hissiyatı ile koşullanmış olur. Zaman geçtikte bu kaygı duyulan nesne ya da durumu gördükçe koşullanmış bir şekilde korktuğunuza dair düşünce ve duygulara kapılırsınız. Korkulan, kaygılanılan nesne ile karşılaşma anında ortaya çıkan belirtileri ortadan kaldırmanın en etkili yolu “yüzleşmek”tir.
Bedenin toleransını geliştirecek, zihnin olumlu düşünceler inşa edecek davranış “yüzleştirme” davranışıdır. Her maruz kaldığında süre geçtikçe belirtilerin artmadığını ve tahmin ettiği gibi çıldırmadığını gören kişinin ruhsal ve fizyolojik olarak toleransı artar. Artık bir sonraki eylem için daha dayanıklı ve motive bir haldedir.
Geçmiş yaşantılardaki olumsuz ve zarar verici anlar hafızaya sağlıklı olarak kaydedilmediği için beyinde çok dirençli bir yapı halinde saklanırlar. Olumsuz bilişler, otomatik düşünceler ve çekirdek inançlar her daim ortaya çıkmaya ve gelecekteki eylemi etkilemek üzere tetiktedirler.
Bu noktada bu kalıpları ve geçmişin referanslarını değiştirmek için “olumlu söylem”ler devreye girer. Olumsuz deneyimlerin, anıların ve duyguların ortaya çıkışı ne kadar kolay ise olumlu duygulanım ve düşüncelerin ortaya çıkması bir o kadar emek ister. Beynin tekrarlanan eylemlere yönelik koşullama kapasitesini olumlu söylemler üzerine kullandığımızda duygulanım ve düşüncede değişim gözlemleriz.
Değişimin gerçekleştiğine, kaygının azaldığına, korku ile baş edilebildiğine yönelik söylemler her sarf edildiğinde beyni bu tür cümlelere koşullamış oluruz. Böylelikle, olumluya yönelik bir gidişat sergileyebiliriz.
İçerisinde bulunduğumuz salgın süreci insanlığın ruh sağlığını olumsuz etkileyen travmatik
süreçlerden biridir. Bu salgın durumunun travmatik olmasının başlıca sebepleri, ölüm riski,
salgın sürecinin ne zaman biteceğinin belirsizliği, bireylerin hayatlarındaki kontrolün ve
özgürlüklerinin elinden alındığını hissetmesidir. Enfeksiyon ihtimali ve karantina da kalmanın
ayrı ayrı psikolojik etkilerinin olduğu böyle travmatik salgın süreçlerinde önemli aşamalar
vardır. Şöyle ki, insanlar, yurt dışındaki vakaları duyduklarında ülkemizde olmayacağını
düşünerek psikolojik olarak kendilerini korumak adına “inkâr”a başvurdular sonrasında
ülkemizde de virüsün var olduğu netleştiğinde bir “şok” yaşadılar ve izole olma sebebiyle
evlere kapandılar. Evde vakit geçirmek ilk zamanlarda insanlara iyi geldi çünkü evde vakit
geçirmek özlemini duyduğumuz bir şeydi ve bu süreci “izolasyon balayı” olarak
düşünebilirsiniz. Ancak zamanla “izolasyon balayı”nın sonlanmasıyla sokağa çıkamayan, işe
gidemeyen ve virüs endişesiyle yaşan kişiler içsel sorunlar yaşamaya başladılar. Özgürlüğü
kısıtlanan, hayattaki yetkinliği elinden alınan ve sosyal hayatı biten kişiler kendilerini öfkeli,
mutsuz ve kaygılı hissetmektedirler ki böyle hissetmeleri de oldukça olağandır. İzolasyon
balayı sona erdiğinde, evde kalan çiftlerin yaşadıkları bu duygular beraberinde ilişki
problemlerini de getirmekte.
Virüs tehdidiyle karşı karşıya olan kişinin, marketteki temastan, asansöre temastan ve en
önemlisi diğer insanlara olan temastan kaçınması gerekiyor. Sosyal bir varlık olan ve
dokunmak, sarılmak gibi “fiziksel temastan” beslenen ve duygusal ihtiyaçlarını da bu şekilde
karşılayan insan için temastan uzak kalmak duygusal olarak yıpranmayı da beraberinde
getiriyor. Virüs ihtimali ile çiftler birbirlerine ya da çocuklarına dokunurken tedirgin ve kaygılı
oluyorlar. Duygusal yakınlık kurmak ve fiziksel temas böyle travmatik süreçlerde en büyük
ihtiyacımız iken, salgın sebebiyle bu temas bize tehlikeyi hatırlatıyor. Yakınlık kurmak
“tehlike” olarak algılandığından eşler de birbirleriyle olan fiziksel temaslarda her zamanki
kadar rahat ve huzurlu olamayabiliyorlar. Bu noktada cinsel isteksizliğin açığa
çıkabileceğinden de bahsedebiliriz. Cinsel isteksizlik romantik ilişkilerin en önemli
unsurlarındadır ve bu konuda problem yaşanması iletişim problemlerine ve tartışmalara
sebep olabiliyor.
Salgın sürecinin getirdiği kaygı ve öfke problemleri ile birlikte karantinada tüm günlerini
birlikte geçiren çiftlerin sorunlara ya da eşlerine karşı toleransı daha düşük olabiliyor. Ev
sorumlulukları, çocuklu evliliklerde çocukların sorumluluğu, ekonomik yetersizlik ya da
giderler konusunda çıkan problemlere salgın psikolojisinden kaynaklı sağlıklı çözüm önerileri
getiremediklerinden boşanmaya kadar giden ilişki problemleri yaşanabiliyor.
Sıklıkla yapılan hatalardan biri, eşler birlikte geçirdikleri vakitleri anlamlı geçirebilmek adına
problemleri çözmek için bir “fırsata çevirmeyi” amaçlıyorlar ve ilişkilerinde problemleri
konuşup çözüme ulaştırmaya çabalıyorlar. Ancak durum tam tersidir. Şöyle ki; kaygı, korku ve
mutsuzluk gibi duyguların aynı anda yaşandığı bu zorlayıcı süreç ilişki problemlerinin
çözülmesi için fırsata çevrilecek bir zaman dilimi değildir. Bu tür ilişki problemlerinin
çözümlenebilmesi için çiftlerin kendilerini güvende hissettikleri ve psikolojik sağlamlıklarının
olduğu zamanlar seçilmelidir.
Yapılan araştırmalar çocuklu ailelerin karantina sürecinden daha olumsuz etkilendiğini
gösteriyor. Çocukların, evde uzaktan eğitim almaları ebeveynlerin eğitim-öğretim sürecini
disipline etmelerini gerektiriyor. Aynı zamanda anne babalar, çocuklarının evde kaliteli
zaman geçirmelerini sağlamaya çabalıyorlar. Böylelikle bu süreç ebeveynlerin omuzlarına
birçok sorumluluğu yüklüyor. Değişen ev rutini ile birçok sorumluluğun yüklendiği, karmaşık
duygular yaşayan bu bireyler iletişim kurmakta ve eşlerine anlayış göstermekte zorlanırken
bu durumlar evliliklerdeki ilişki problemlerinin de habercisi oluyor.
Salgın sürecindeki ülkelerin karantina sonrası boşanma başvurularının
arttığına dair aldığımız haberlerin sonrasında aşağıdaki noktalara dikkat
etmeniz evliliğinizi sağlıklı bir biçimde sürdürebilmenizi kolaylaştıracaktır.
-Öncelikle içerisinde bulunduğunuz kaygılı, agresif ve mutsuz ruh halinin salgın sürecinden
kaynaklandığını ve geçici bir süreç olduğunu hem kendinize hem eşinize hatırlatınız.
-Yaşadığınız duyguları eşinize aktarmalı ve böylelikle eşinizin sizinle empati kurmasına, size
karşı toleransını arttırmasına olanak sağlamalısınız.
-Ev içerisindeki sorumlulukların dağılımını kurduğunuz aile meclislerinde planlamalı ve
uygulamalısınız.
-Eşinizin evde kendisine özel olarak ayırdığı zamana saygı göstermeli veya bu konuda eşinize
teşvikte bulunmalısınız.
-Halen çözüm aşamasında olan problemlerinizi bu süreçte çözmek adına aceleci
davranmamalısınız.
-Tartışma habercisi olan anlarda isteksiz, öfkeli hissediyor ve çözüm odaklı yaklaşamıyorsanız
bunu eşinize aktarmalı ve tartışmayı başka bir tarihe ertelemeyi talep etmelisiniz.
-Konuşmak istediğiniz önemli konuları eşinizle paylaşmadan önce eşinizin bu konuyu
konuşmaya hazır hissedip hissetmediğini öğrenmeli ve iyi hissettiği bir an için uygun olan
ortam zamana randevu almalısınız.
-Tartışmalarda, yaşanılan durumları objektif olarak aktarmalı ve bu durumların size ne
düşündürdüğünü ve neler hissettirdiğini suçlayıcı ve yargılayıcı olmayan “ben dili” ile eşinize
anlatmalısınız.
-Evliliğinizde duygusal bağı kuvvetlendirmek için duygusal aktarımda bulunmalısınız.
Duygusal paylaşımı aktarmak adına tanışma öykünüzü anlattığınız, birbirinizde en sevdiğiniz
özellikleri sıralayarak yazdığınız yaratıcı kart oyunları gerçekleştirebilirsiniz.
-Salgın sürecinde psikolojik olarak zorlandığını hissettiğiniz eşinize sık sık bu zorlayıcı süreçte
eşinizi bir yoldaş olarak gördüğünüzü, ilişkinizin hayatınızdaki yerini ve süreci çift olarak
sağlıklı bir şekilde atlatacağınıza yönelik inancınızı ve iyi dileklerinizi eşinize aktarmalısınız.
İSTANBUL
Web sitesi trafiğini analiz etmek ve web sitesi deneyiminizi optimize etmek amacıyla çerezler kullanıyoruz. Çerez kullanımımızı kabul ettiğinizde, verileriniz tüm diğer kullanıcı verileriyle birlikte derlenir.